Labirenttekiler
Photo by Dan Asaki on Unsplash
“Sayın yolcularımız, iniş için alçalmaya başlıyoruz. Lütfen yerlerinize geçiniz, koltuğunuzun dik ve emniyet kemerlerinizin bağlı olduğundan emin olunuz.” Başını, yarıladığı kitaptan kaldırıp anonsa dikkat kesildi. Sonunda geldik. Bu sekiz saatin hiç bitmeyeceğini sanmıştım, diye geçirdi içinden. Türbülansa girip de tepelerindeki kemer takma ışıkları yanınca kitabını kapatıp önündeki koltuğun arkasındaki sehpayı tırnaklarını geçirircesine kavradı. Uçağın inerken ki ani salınımlarında yüksekten düşermişçesine içi bulanır, karnındaki kelebekler havalanırdı. “Az kaldı, yarım saate yerdeyiz. Valizi aldığım gibi dışarı çıkmak ve bir sigara içmek istiyorum,” dedi, sanki yanında uyuklayan adamla konuşuyordu. Bazılarının bu kadar vurdumduymaz olmalarına hayranlık duyardı.
“Bayanlar, baylar ve sevgili çocuklar. Ben kaptanınız Murat Çınar. İstanbul Havalimanındaki yoğun sis nedeniyle irtifamızı yükselterek kuleden izin gelinceye kadar İstanbul semalarında tur atmayı planlıyoruz. Lütfen koltuklarınızdan kalkmayınız ve manzaranın keyfini çıkarınız.”
Müge bu beklenmedik son anonsla panik dalgasının kanına yavaş yavaş karıştığını hissediyordu. Sekiz saatlik yolculuğu hiç sevmediği orta koltukta yapmıştı. Öyle kaptanın söylediği gibi manzaranın keyfini çıkartabilecek bir durum da yoktu. Çünkü cam kenarındakinin kafası resmen pencereye yapışmıştı. İnmek istiyorum artık. Ne kadar havada tutacaklar bizi acaba? Kucağında bağladığı kemeri unutarak ayağa kalmaya yeltendi. Anında koltuğuna yapıştı. Elleri titriyordu. İnmeliyim. Dayanamayacağım daha fazla. Kemerini açtı. Yanında uyuklayan adamı rahatsız edip etmediğine aldırmadan ittirerek koridora çıktı. Hosteslerden biri yerinize oturun demeye kalmadan kendini uçağın kapısına attı. Şifresi neydi acaba. Kapıyı açmalıyım, hava almaya ihtiyacım var. 1 2 3 4. Yolcular yerine otur diye bağrışıyorlar, hostesler kolundan tutmuş çekiştiriyorlardı.
“Müge kalk kızım. Saat onu geçti, baban da acıktı.” Müge nerede olduğunun ayrımında olmadan nefes nefese uyandı. Bir eli tulumba gibi inip kalkan göğsünde diğeri boncuk boncuk terleyen alnında sakinleşmeye çalıştı. Annesi onu okul için uyandırdığı zamanlardaki gibi yatağına oturmuş doğrulmasını bekliyordu. “Niye duvar dibine sıkıştın koca yatak dururken, ha?” dedi annesi. “Saat kaç? Bir elimi yüzümü yıkayıp kendime geleyim, gelirim kahvaltıya anne. Sen git hadi.”
Annesinin ardından gözleri tavanda uzanmaya devam etti. Her biri birbirinin aynı olan bir gün daha başlıyordu. Kalktı, terliklerini giydi ve banyoya gitti. Boydan boya beyaz kalebodurlarla kaplanmış duvarlar, çiçek desenli bir sıra ile alt ve üst olarak birbirinden ayrılmıştı. Kapıdan girer girmez tam karşıda küvet, sağında klozet, klozetin yanındaki köşede ise çamaşır makinesi vardı. Annesi üzerine kendi çeyizinden bir dantel yerleştirmiş, kokulu sabunlar ve yapma çiçekler olan mavi bir vazo ile de süslemişti. Küvetin solundaysa üstünde aynalı bir dolap yanında iki adet beyaz renk yüz havluları asılmış lavabo durmaktaydı. Klozette otururken rüyasının ne kadar gerçek hissettirdiğini düşündü. Ellerini ve yüzünü yıkadı, saçlarını taradı, topladı, mutfağa gitti. Mutfak büyükçe sayılırdı. Kapıdan girer girmez sağ tarafta buzdolabı ve hemen yanından başlayıp duvarı boydan boya geçen beyaz, içinde parlak üçgen yaldızlar bulunan granitten mutfak tezgâhı vardı. Kahvaltı hazırlanırken üstü bulaşıklar ile dolmuştu. Tezgâhın hemen karşı duvarında da tüm ihtişamıyla mutfak masası vardı. “Yine döktürmüşsün Esma Sultan, çok mu aç uyandın,” dedi Müge gülerek. Annesi manasız konuşma der gibi kaşını kaldırdı “Sanki hiç yapmıyoruz. Rıza hadi gel, oturuyoruz kahvaltıya.”
Rüyanın stresi karnını acıktırmış olacak ki masadaki her tabaktan kendi tabağına bir şeyler koydu: Hem siyah hem yeşil zeytin, hem tam yağlı beyaz peynir hem ezine, haşlanmış yumurta, domates, salatalık, biber, yumuşacık poğaça, iki dilim tepsi böreği, tereyağı, reçel; annesi de yanına mis gibi tomurcuk çay koydu. Müge’nin bir gözü tabağında diğeri sürekli mesaj sesi ile titreşen telefonundaydı. “Mübarek, kahvaltıda bile ötüp duruyor,” dedi babası hafif sitemkâr. “Kusura bakma baba. Herkes uzun zamandır evde olmaktan sıkıldı herhalde. Yine korona ile ilgili geyikler göndermeye başladılar. Sessize alırım şimdi,” dedi Müge boğuk bir sesle, bir taraftan diliyle zeytin çekirdeğini kavramaya çalışıyordu. “Böreği de ye da, sabah yaptım, sıcak daha.” “Yemez miyim! 5 dakika sonra Mervelerle konuşacağız. Bilgisayar açılana kadar masamda yerim. Hadi afiyet olsun.”
Müge tabağı elinde odasına gitti. Cumartesi`ydi. Hafta içi iş olunca zamanın nasıl geçtiğini anlamazdı ama hafta sonları kendini bir şekilde eğleyerek evde kalmalıydı. Görüştüğü görüşmediği birçok kişi Zoom da toplantı ayarlayıp çağırıyorlardı. Böylelikle biraz sohbet biraz muhabbet derken saatlerin nasıl geçtiğini fark etmiyordu. Pijama üstünü çıkarıp kazak giydi, saçlarını tarayıp at kuyruğu yaptı ve bilgisayarının başına oturdu. En son üç sene önce orta okul arkadaşlarıyla konuşmuştu. İkisi yurtdışında yaşıyordu. Sınırların kapalı olmasından dolayı da Türkiye’deki ailelerini görmeye gelememişlerdi. Online buluşma, önce herkesin karantina günlükleri paylaşımı ile başladı. Almanya`da yaşayan Ceren ikinci çocuğuna hamileydi. Zamanını iki yaşındaki kızı ile geçirdiğini, zaten çoktandır evden çıkma sebebinin kızını parka götürmek olduğunu, anneliğin güzel olduğu kadar zor olduğunu, sabah bulantılarının onu mahvettiğini, kızının sebze yemesi için onları nasıl köftelerin içine sakladığını anlatıp durdu. İngiltere’de yaşayan Özlem de dört yaşındaki oğlunu evde tutabilmek için okuduğu kitaplardan ve oynadıkları oyunlardan, eşinin de evden çalışmasına rağmen hiç yardımcı olmadığından, bakıcı kadının eve virüs getireceğinden korktuklarından (iki metro hattı değiştirerek geliyordu) ücretli izin verdiklerinden, o yüzden bütün ev işlerinin de kendisine kaldığından, iş maillerine bile akşam zor bakabildiğinden bahsetti. Merve de yeni keşfettiği kız çocuğu kahramanlarından oluşan bir seri kitaptan konu açınca birden sohbet karantina zamanında annelerin çocukları ile yaptıkları aktivitelere evrildi. Müge konudan çok uzak olduğu için sıkıldı, bostan korkuluğu gibi ekranda kalmak da hoşuna gitmedi. Nasılsa bir süre sonra çocuk muhabbeti biter diye sabretmeye çalıştı. Tavır yapmış veya surat asmış olmamak için de yüzüne pek de umrumda değil bu konu ama ayıp olmasın gülümsemesini yapıştırdı, kafasını müdürünün kendini övdüğü zamanlardaki gibi istemsiz yukarı aşağı sallamaya başladı. Ancak konuşma gittikçe uzamış sümkürmek nasıl öğretilir gibi teknik (!) bir konuya gelip de ekranda üç kadın kendilerine has yöntemleri anlatmaya başlayınca istemsizce suratını ekşitip dudakları aşağı bakan yay şekliyle mide bulantısını da belli etmişti. “İş yerinden bir telefon geldi, hemen geliyorum, siz devam edin,” diyerek görüntüsünü ve sesini kapatıp biraz önceki saçmalıkları zihninden çıkartıp böreklerini yemeye devam etti. Merve, kızların içinde hala görüştüğü tek arkadaşıydı. Müge`nin ekran başından kalktığını düşünmüş olacak ki “Arkadaşlar konuyu değiştirelim, Müge`nin de dahil olabileceği başka bir şey konuşalım,” dedi. İşte, bu hassasiyeti yüzünden belki de Merve`den hiç kopmamıştı. Müge, döndü Zoom görüşmesine ama çıkmak için can atıyordu. Bu insanlar ile uzun zamandır görüşmemiş olmak, bir şeyler paylaşmamış olmak, ortak noktalarının sadece aynı sınıfta geçirdikleri birkaç yıl olmasının onda bir şey ifade etmediğini fark etmişti. Nasıl çıkabilirdi ki sohbetten? Merve`nin o açıklamasından sonra tüm sorular Müge`ye dönmüştü. Sevgilisi var mıydı? Nerede çalışıyordu? Ne yapıyordu? Erkek tavlama metotları, yurtdışında neden yaşaması gerektiği, bekar olmanın güzelliği de ayrıydı gerçi, artık kendi evine mi çıksaydı, para biriktirmek de lazımdı gibi vaazlar uzadıkça kendini daralmış hissetti. Annesinin kapıyı açıp odaya girmesiyle yerinden sıçradı. Beklediği kurtarıcı ikinci kez yetişmişti. “Bir koşu markete gitsen, öğlene yemek yetişmeyecek yoksa,” dedi. Kızlardan izin isteyerek görüşmeden ayrıldı. Kurtarıcısının yanağına bir öpücük kondurdu ve Getir uygulamasına istediklerini girerek salonun yolunu tuttu.
Babası televizyonda büyük bir küpteki hamster`ı pür dikkat izliyordu. Gerçekten de bu videonun insanı içine çeken bir sihri vardı. Bu büyükçe küp, birbirinin içinden geçilebilen ve her birinde farklı engeller bulunan minik bölmelere ayrılmış devasa bir labirentti. Hamster, önce içinde sarı renkte dönme dolaba benzeyen koşu çarkının içinde bir süre koştu, sonra gözü rengârenk bir cisme takılınca inip onu koklamaya başladı. Cisim dokunmasıyla ileri doğru kaydı ve altında bir alt bölmeye açılan bir delik ortaya çıktı. Hamster minik merdivene benzer bir plastiğin üzerinden yavaşça inerek alt bölmeye geçti. Buranın zemini havuzların tabanını andıran mavi kâğıtla kaplı, burulmuş irili ufaklı ince kartonların diklemesine odanın farklı yerlerine yapıştırılmasıyla oluşturulmuştu. Hamster`ın bu engelleri takip edip -koklayarak- bir sonraki geçişi bulması bekleniyordu. Aralarından geçerken epey zorlanıyor hatta yer yer vücudunun sıkıştığını görülüyordu. Bir şekilde bu parkuru da bitirdikten sonra başka birine geçmeyi başardı. Yeni bölme de her şey griydi. Duvarları altıgen seklinde tasarlanmış ve üzerinde de başka hamster`ların fotoğrafları olan küçük çerçeveler asılıydı. Hamster gerçek olabileceklerini düşünerek onları tek tek kokladı, sonuncusunu koklarken onun geriye doğru açılmasıyla yan tarafa da geçmiş oldu. Burada neredeyse tüm bölmeyi kaplayacak büyüklükte bir uçak vardı. Hamster önce yaklaştı, çevresini dolanıp kokladı ve üzerine çıkmaya çalıştı. Uçak ağırlığın etkisiyle hafifçe yerden kalkınca tırnakları ile parlak yüzeye tutunmaya çalıştıysa da başaramadı ve zemine amele sümüğü gibi yapıştı. Uçak yükselmesini sürdürdükçe o da kırmızı ile boyanmış kapıya benzer açıklıktan yan tarafa geçmeye çalıştı ancak delik küçük olduğundan sıkıştı. Kafası ve ön iki ayakları geçmiş, daha tombul olan gövdesi ve arka ayakları geçememişti. Minik tiz çığlıklar atıyordu ve sürekli çabalıyordu. Müge de koltukta sanki orada sıkışan kendi gövdesiymiş gibi bacaklarını ittirdiğini ve kasıldığını hissetti. Son bir çırpınışla kendini çıkışta bulan minik hayvan peynire doğru hızlıca koştu. Müge, daha fazla dayanamayarak yerinden kalktı ve hole gitti.
Kapıda botlarını ayaklarına geçirmeye çalışırken “Biraz dışarı çıkıp hava alacağım,” diye salona doğru bağırdı. Annesi tepsideki nohutları ayıklarken bir an durdu, “Maskeni takmayı unutma. El âlemden de uzak dur. Bu yaştan sonra hastane köşelerinde sürünmeyelim,” dedi. Salondaki televizyon son dakika haberini veriyordu. Spiker Sağlık Bakanlığı’ndan gelen son karara göre şehirler arası seyahatlerin de yasaklandığını, sayıların İstanbul için çok artması durumunda bu kısıtlamanın ilçe bazına indirilebileceğini söylüyordu. Mor beresini taktı, lacivert maskesini kulaklarının arkasından geçirdi, bir an eli atkıya gittiyse de boyna dolanan cisimler onu boğduğundan vestiyerde bırakıp çıktı.
https://sedahandoukas.medium.com/labirenttekiler-9b5ae1b490b6
Yorumlar
Yorum Gönder