X-33
Tak tak tak tak tak tak! Bir daha bir daha!
Ses o kadar dayanılmazdı ki, uykumun en tatlı yerinde bilincimi umarsızca apar topar geri çağırıyordu. Üstelik, Susturun şunu, dayanamıyorum artık! diyecek mecalim de yoktu. Susuzluktan dilim damağıma yapışmış; bedenim üzerine ıslak bir yün halı konmuşcasına ağırlaşmıştı. Gözlerimi yavaşça araladım. Önce beyaz bir tavanın yalınlığında gezindi bakışlarım. Odamda olmadığım fikri bir sinek kadar hızlı geçti aklımdan. Kendi tavanımda çocukluğumdan kalma yıldızlar vardı, hani tüm oda karardığında parıl parıl parlayanlardan. Tak! Tak! Tak! Off! Ne zaman duracak bu aptal ses! Sanki biri beyzbol sopası ile kafamı vuruyordu. Gözlerim yavaş yavaş tavandan aşağı indi. Beyaz duvarlar, beyaz taş zemin, beyaz yatak demirleri, beyaz çarşaflar, beyaz pamuklu pijamalar. Her şeyin süt beyazı olduğu, renklerin sisin arkasına saklandığı ruhsuz bir oda. Balın içinde hareket edercesine yavaşça doğrulup oturdum. Her seferinde, nerede olduğumu hatırlamayacak kadar içmeyeceğime kendime söz verip ve yine her seferinde unuttuğum için buna da bir kadeh kaldırmaya karar verdim.
İyi de ben neredeydim? Yatağın arkasında kalan duvarın demir parmaklıklı olduğunu görünce afalladım. Neresiydi burası? Nasıl gelmiştim buraya? Yatağın karşı duvarına sabitlenmiş bir masa ve üzerinde içi su dolu sürahi vardı. Durumumdan beklenmeyecek bir çeviklikle suya gittim. Bir kağıda “Başının ağrısı için bu hapı iç,” yazılmıştı. Tek hamlede ilacı ağzıma attım ve bolca suyla içtim. Su ve ilaç ikilisinin geçtiği her hücre canlanıyordu. Daha önce hiç bir ilaç bu kadar kısa sürede tesir etmemişti. Masanın üstünde başka bir şey yoktu. Duvarlarda da ne bir tablo, ne bir ayna, ne de başka bir cisim.
Şu Allah’ın cezası sesi kesin! diye bağırdım ve ses aniden kesildi. “Sonunda uyandın demek, güzellik” dedi parmaklığımdan iki metre uzaklıktaki diğer odadan bir ses. İriyarı bir adam demir parmaklığına yapışmış beni inceliyordu. “Sen de kimsin? Neredeyim ben? Niye hapis tutuluyoruz?” “Yazık! Bu güzelim esmer ten, ülkemin uçsuz bucaksız ormanlarını hatırlatan o yemyeşil gözler, üst üste binen oyunbaz dalgaları anımsatan o kıvrık saçlar, omzundaki o rengarenk gül dövmesi. Senin olduğunu sandığın her şeyi alacaklar.”
Adamın bu tekinsiz lafları yaz akşamında aniden çıkan serin hava gibi titretmişti içimi. “Ne diyorsun be? Kafan mı iyi? Neden buradayız? Burası neresi diyorum, kalkmış üst üste binmiş dalgalar diyorsun bana.” Beni duymamış gibi zırvalamalarına devam etti. “Tüm o kurmaca kahramanlarının gerçek olduğu; hikayelerinin henüz yazılmadığı zamanlara gitmeliyiz. Hepsini uyarmamız lazım, anladın mı? Bazılarını ölmemeleri için; bazılarını aşık olmamaları için; bazılarını da çevrelerindeki insanlardan kurtarmak için. Hepsinin bize ihtiyacı var. Sen de yardım edeceksin bana. Tek başıma yapamam. Anladın mı?”
Saçmalıkları sinirimi bozuyordu. Demir parmaklıklardan görebildiğim kadarıyla sağ tarafımda uzunca bir koridor vardı. Ama benim ve karşımdaki iri yarı sarışın adamınkinden başka demir parmaklı oda gözükmüyordu. Sadece kapalı bir sürü kapı. Şansımı denemek için avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. “Kimse yok mu? Çıkarın beni buradan? Heeeeyy? Yardım edin! Ne diye tutuyorsunuz beni burada? Çıkarın beni diyorum size.” Sinirimden demir parmaklıkları yumrukluyordum. Birden karşımdaki adamın sakince beni izlediğini gördüm. “Ne duruyorsun yardım çağırsana,” dedim. “Tatlı uykular güzel kız,” diyerek yatağına uzandı. Ansızın odaya duvarlardaki minik deliklerden gaz dolmaya başladı. Bir süre nefesimi tutmaya çalıştım ama nafile. Ondan sonra tek hatırladığım her şeyin dönmeye başladığı ve ayaklarımın yerden kesildiğiydi.
Yorumlar
Yorum Gönder