Son Randevu - 7
Pablo Picasso, Pierreuses au bar (Two Women at a Bar), 1902, oil on canvas, 31 1⁄2 × 36".
Sanki herkes benim küçük sırrımı biliyormuş gibi bir his uyandı. Artık o
restorana da bakmak gelmiyordu içimden. Yürümeye başladım. O çiçekçi kadının söylediğini
aklımdan çıkartmak için en iyi yol buydu. Biraz sonra Sue aradı. Bu kadının hiçbir
şeyin peşini bırakmama huyu hem beni sinirlendiriyor hem de hayranlık uyandırıyordu.
“İyiyim iyiyim merak etme,” diyerek açtım telefonu. “Sevindim iyi olduğuna. Aslında
yarın akşamki altmışıncı yaş günü partimi hatırlatmak için aramıştım. Araba
kullanmak istemezsen Jack gelirken seni de alabilir. Ne dersin?” dedi. Yarınki
parti tamamen aklımdan çıkmıştı. Ama bir yığın insanla da vedalaşma şansı olduğunu
düşününce “Teşekkür ederim hatırlatman için. Kendim gelirim. Saat 7’de sende
olurum,” dedim. Diğer doğum günlerinde olduğu gibi tablo yapmak, şal boyamak
veya seramikten kâse yapmak için zamanım yoktu. Ne almak istediğimi bile düşünmemiştim.
Yürüdüğüm cadde üzerindeki mağazalara bir göz atmaya karar verdim. Birkaç dükkân
geçip içime hiçbir şey sinmedi derken vitrinin birinde bir çift küpe gördüm. Akrilikle
boyanmış sarmaş dolaş iki küçük kız motifi vardı. Her ne kadar o derece yakın
olmasak da birbirimizi hep severdik. Yarın sadece dostlarla değil onunla da vedalaşacaktım.
Herkesin hatırasında güzel resmedilmek için uzun zamandır yapmadığım kadar
zaman harcamıştım. Saçlarımı yaptırdım. Yakasında siyah işlemeler olan ekru bir
elbise giydim. İnci küpelerimi taktim. Olmazsa olmazım kırmızı rujumu sürdüm. Bütün
hazırlanma faslı bittiğinde kendimi boy aynasında incelemeye başladım. Yarın bu
saatlerde ölmüş olabileceğim fikri korkunç geliyordu. Peki ya planlanan saatte
restorana gitmezsem ne olurdu? Yine de beni bulup öldürmeye kalkar mıydı? Yoksa
vazgeçtiğimi düşünür ödediğim parayla ortadan kaybolmayı mı seçerdi?
Partiye yarım saat gecikmeli gittim. Hava o kadar güzeldi ki. Havada mayıs
ayına yakışır açık sarı bir sıcak vardı. Evin arka bahçesine rengarenk çiçekler
ekilmiş; partiye yaraşır şekilde süslenmişti. Bir köşede genç bir kız usul usul
keman çalıyordu. Misafirlerin çoğu gruplar halinde kümelenmiş içlerinde bir
adet ahududu bulunan ince şampanya kadehleri ellerinde sohbet ediyorlardı. İki
garson ordövr tabaklarını misafirler arasında dolaştırıyorlar, bittikçe mutfaktan
yenileri ile geri dönüyorlardı. Herkes ne kadar mutlu görünüyordu. Birden gözüme
Sue takıldı. Herkesle teker teker ilgileniyor, kadeh tokuşturuyor ve fotoğraf çekiliyordu.
Bu tarz günlere bu derece önem yüklenmesi hoşuma gitmemesine rağmen sırf ailemi
veya dostlarımı kırmamak adına davetlerine katılıyordum. Kemancı kızın hemen
solunda içki masası kurulmuştu. Biraz içmeden ortamdaki muhabbetlere katılamayacağımı
biliyordum. Masanın arkasındaki garsona “Votka limon lütfen,” dedim sabırsız
bir şekilde. “Sonunda kabuğundan çıktığına sevindim. Seni birkaç kere aradım ve
not bıraktım. Ama geri dönmedin. Umarım mağaranda geçirdiğin zamanlar sona
ermiştir,” dedi o çok tanıdık ses arkamdan. Döndüğümde Susan ile göz göze
geldik. Neredeyse ceninken tanıştığımız için karşısında hep o en yalın, o en
saf ve o en savunmasız halimle kalabildiğim tek insandı. “Canımın çok yandığı
ve dibe doğru çekildiğim zamanlarda beni kendime getirmek için söylediğin şeylerin
ve yaptıklarının ne kadar doğru olduğunu bilsem de sadece içmeye, ağlamaya ve yalnız
kalmaya ihtiyacım vardı. Acı tüm hücrelerimi sarmış ve benliğimi eziyorken
nasihat dinlemek istemiyordum. O yüzden kaçtım” demek istedim ama sadece elini
tutup onun gözlerine bakabildim. Zaten söylenmemişlerin hepsini o benim ruhumdan
okuyordu. Sarıldık. “Bakıyorum dostlar kavuşmuş,” dedi Sue, sesinde hafif bir kıskançlıkla.
Yirmiye yakın kişinin çocuklarını, torunlarını ve gündelik hayat
hikayelerini dinledim. Steve`den sonraki boş hayatımı Sue`nun bahçesi gibi süsleyip
anlattım herkese. Birkaç kişi yeni bir sergi açmamın beni oyalayacağını, hatta
sanat eğitimlerine geri bile dönmemi nasihat ettiler. “Hayatın benimle ilgili
ne gibi planları var bilemiyorum,” dedim alaycı bir gülümsemeyle. Anlamsızca gülümsediler.
Susan yanıma gelip “Müsaadenizle Elizabeth`i ödünç almam gerek,” diyerek kurtardı
beni onlardan. “Seninle çok önemli bir şey konuşmam lazım. Telefonlarıma çıkmadığın
için bugünü bekledim. Kasabanın çıkışında bildiğim bir bar var. Oraya gidip konuşabilir
miyiz?” dedi. İlk kez Susan`ı bu derece ciddi ve telaşlı görüyordum. “Tamam Sue`ya
hoşça kal deyip geliyorum.”
Partiden ve kalabalıktan kurtulmanın verdiği rahatlıkla barın sessiz bir köşesinde
oturduk. İçeride fazla insan yoktu. Susan nasıl konuya gireceğini bilemiyor
gibi önündeki içki bardağı ile oynuyor ve bana bakmıyordu. “Neler oluyor
anlatacak mısın?” dedim endişeyle. Bana döndü yavaşça, dudaklarını kenetleyip sıktı
ve gözlerinden iki damla yaş süzüldü. “Beth, ben ölüyorum,” dedi ve sustu.
Allak bullak olmuştum. Ne diyeceğimi bilemedim. “Nasıl?” diyebildim titreyen
bir sesle. “Kanser,” dedi. “Tedavi edilemeyen cinsinden mi? Belki bir çözümü
vardır,” dedim. “Kitle alındı, yirmiye yakın kemoterapi oldum. Tam bitti,
kurtuldum derken altı ay sonra tekrar geri döndü. Tekrar terapiler,
ameliyatlar, kemolar, hastaneler ile uğraşamam. Anlıyor musun?” dedi kararlı
bir tonda. “Ne demek yani? Pes mi ediyorsun?” dedim. Şaşırmıştım. Çünkü Susan tanıdığım
en savaşçı insanlardan biriydi. İçkisini ani bir hareketle fondip yaptı, bana döndü
ve yarın sabah Latin Amerika’ya gidiyorum. Benimle gelir misin dedi?”
Yorumlar
Yorum Gönder