Katıksız Ekmeklere Umut
Yirmidört saat yaşayan, uğultusu dinmeyen sesiyle herkesin kulağına farklı nağmeler fısıldar tren istasyonları. Kiminin yüreğine ayrılığı dağlar, kimine vuslatın o ılık nefesini üfler. Bana ise, içinde o hüzünlü çocuğu yaşatan dedemi hatırlatır.
Her yıl 19 Eylül sabahı, dedem, lacivert takım elbisesini giyer, yakasına Atatürk rozetini iliştirir, cebinde, rengi solmaya yüz tutmuş küçük Türk bayrağı ile Sirkeci Garı’na giderdi. Artık iyice yaşlanıp, yataktan çıkamaz hale gelinceye kadar, bıkmadan bu ritüeli tekrarladı. Bazen, sırf merak ettiğimden, ben de onunla giderdim. Dedem ve iki arkadaşı, hafif bir hüznün belli belirsiz salındığı o eylül sabahlarında, sessizce garda bekleşirler, saat 10:12`yi gösterdiğinde, ceplerindeki Türk bayraklarını çıkarır, gelen ilk trene sallamaya başlarlardı. Hep bir ağızdan Selanik türküsünü, yaşlı gırtlaklarından beklenmeyecek gür bir sesle söylerlerdi. Gözlerindeki yaşları sessizce silerler, burunlarını çekerler, derin derin iç geçirirlerdi. Her seferinde büyük bir merakla izlerdiğim bu seremoninin onlar için anlamı, benim gördüklerimin çok ötesindeymiş meğer...
Anayurtları kendilerine, haram bir kadının bedeni gibi kapanıp uzaklaşınca, doğdukları topraklardan ayrılmaya zorlanmışlar. O zamanlar, dedem, henüz on beşindeymiş. Selanik’in bir köyünde çiftçilik ile geçinen ailesi, satabildiklerini satmış, taşıyabildiklerini bohçalarına doldurmuş; bir gün geri dönebilme umuduyla, kendilerini yeni yurtlarına götürecek treni beklemek üzere, belirsizliğe doğru yola çıkmışlar. Tıpkı, kendileriyle aynı kaderi paylaşarak, tüm Selanik vilayetlerinden yola çıkan diğer mübadiller gibi. Arkalarında evlerini, topraklarını, hayvanlarını, anılarını, mezarlarını, kısaca, koskoca bir hayatı bırakarak...
Günlerdir binlerce mubadili ağırlayan Selanik Garı’nda, bir yanda açlık, sefalet, gözyaşı, keder, kaygı, korku; diğer yanda baba ocağının o sıcacık kollarına dönmenin verdiği huzur, hepsi birbirine girmiş.
Çağın vebası, açlık ve sefaletle beslenen sinsi sıtma illeti, çok geçmeden kendini garda göstermiş. Dedem ve iki yakın arkadaşı İsmet ile Fevzi, İstanbul’dan yetişen Hilal-i Ahmer’e yardım etmişler. Onlardan istenen her türlü işi hiç hayıflanmadan yapmışlar, öyle ki, ölüleri bile büyük bir olgunlukla taşımışlar.
Dedem derdi ki:
”Asıl sorun sıtma değildi evlat. Umutsuzluklarıydı. Hayata tutunmak için inançları kalmamıştı. Bir zamanlar bu toprakların efendisiyken, şimdi, kapı önüne koyulan zavallılar olmuşlardı. Ağırlarına gidiyordu haliyle. Derken bir gün, İsmet’in aklına bir fikir geldi. Kerata, böyle şeyler hep onun aklına gelirdi. Yardım ettiğimiz heyette çalışanlar, elimize üç beş kuruş tutuşturmuşlardı. Hemen Bezestene gidip beş metre kırmızı, paradan artan kısımla da beyaz kumaş aldık, koşarak gara gidip Fevzi’nin annesinden Türk Bayrağı dikmesini rica ettik; ’Tamam’ dedi. Bütün gün uğraşıp küçük Türk bayrakları yaptı bize. Beyaz kumaş bitince, annem bohçadan kesip verdi O’na. ’Yaşa be ana!’ dedim. O ise, omuzlarını silkti sadece. O omuz silkmesi bile neler anlatıyordu bir görseydin” dedi, gözleri yaşararak.
”Gidip, gardaki tüm gençlerin ellerine bayrakları tutuşturduk, ’Tren hareket eder etmez çıkartıp sallayacağız arkadaşlar’ dedik. Bazı büyükler de ’Bize de ver evlat. Oğlum yok, ben sallayayım bari’ diyorlardı.”
Dedem o günü her hatırlayışında, tekrar yaşıyor, duygulanıyor; acı hatıralar, gözlerinden, yaşlarla süzülüyordu.
Sırası gelenleri ve dedemleri yurda taşıyacak tren, ertesi gün öğleye doğru gelmiş. Şükredenler, dua edenler, birbirlerine sarılıp ağlayanlar, önce binebilmek için itişip kakışanlar arasında, sadece, kondüktörün ismini okudukları, trene biniyorlarmış. Nihayet tren, efkarlı düdüğünü öttürmüş, kara dumanını savurarak, ağır aksak yola koyulmuş. İşte tam o sırada, camlardan sarkan tüm o gençler, bayrakları çıkartıp sallamışlar. Trende bir heyecan, bir bayram havası esmiş; bu coşkuya kapılan gardakiler de alkışlamaya, trenin arkasından koşmaya başlamışlar. Dedem hikayesini anlatırken, her defasında, bu noktada biraz durur, derin bir nefes alıp devam ederdi:
”Çok sürmedi tabii o coşku. Hareket eden tren ile geride bıraktıklarımız, zamanla, tokat gibi bir bir yüzümüze indi. İki gün sonra İstanbul’a vardığımızda, kimilerini başka şehirlere gönderdiler, kimilerini akrabaları alıp götürdü. Biz, İstanbul’da bir pansiyona yerleştik. Ertesi gün, büyükler Mübadele Heyetine durumumuzu konuşmaya gittiklerinde, biz de bayraklarımızı alıp, yine umut dağıtmak için, gara gittik.”
Tren Sirkeci Gar’ına varıpta, yüzlerini korku ve kaygının gölgelediği insancıklar birer birer trenden inmeye başlayınca, bayraklarımızı çıkardık, sevinçle salladık, ’Hoşgeldiniz!’ dedik tek tek hepsine, valizlerini taşıdık. Yüzlerine sevecen bir mutluluk ve rahatlama yayılmıştı. Bu kadarcık ilgiyle bile, katıksız ekmeklerine bir parça umut sürmeyi başarmıştık,” dedi.
Dedemin, mübadeleden yıllar sonra bile, inançla ve inatla neden her sene gara gittiğini, vefatından çok sonra anladım. Tahliye günlerinde gardaki herkese umut aşılayan bu üç genç, vatanlarına dönüş ümitleri tükenip, ceplerindeki son umut kırıntıları da kaybolunca, yakıcı gerçekle yüzleşme sırasının kendilerine geldiğini anlayıp, bu acıyla kavrulmuşlardı. Onlara bunu unutturabilecek tek yer, o gardı. Belki de, en başından beri, kendi umutsuzluklarını örtmek için bu derece çırpınmışlardı. Kim bilir?
Tren, ciğerlerine yapışmış kara dumandan kurtulmak istercesine yüksek sesle öksürerek istasyona giripte beni düşüncelerimden kopardığında, bir saatten fazladır bu bankta oturduğumu farkedip, şaşırdım. Her gelişimde daha da uzun kalıyordum burada. Yerimden kalktım; ağır adımlarla kapıya doğru ilerledim. O tanıdık uğultuyu ardımda bırakıp uzaklaşırken dedemi ve arkadaşlarını düşündüm. Yanaklarımı ıslatan gözyaşlarıma aldırmadan gururla yürümeye devam ettim...
Yorumlar
Yorum Gönder