Eski Bir Anı
Odadan kahkahalar yükselirken, ayağa kalkıp karıncalanmış ayağımın üzerine hafif hafif basarak pencereye doğru seğirttim. Yükselen sesler dışarı taşıyordu. İçimde nedenini bilmediğim bir burukluk oluştu. Dışarıya baktım. Pencerenin sağ kenarından hafif başımı çıkartarak, biraz da öne kaykılarak eğildiğimde koca katedralin üst kısmını görebiliyordum. Yapının soğukluğu uzaktan göz ucuyla bakmaktan öteye çekmiyordu beni. Hızla sırtımı çevirdim; dengemi tam kuramadım ve elimdeki şarap kadehinden iki damla masaya döküldü. Upuzun, yemyeşil alan ve inceden başlayan yağmur ile koşuşturan insanlar. Toprak kokusunu içeri davet etmek için pencereyi açtım. Gidip Kiki ile Koku arasına oturdum.
“Biliyor musun Dimitris, bu gerçekten kötü bir şarap” dedim ve arkasından gülmeye başladım. 6 kişi 3 şişe şarap bitirmiş, yeni bir “Girit” şarabına başlamıştık. Buna şarap demeye bin şahit lazım! Koku yine beni düzeltiyor: “Onun ismi Takis!” “Her neyse canım. Ne fark eder ki! Ben zaten hiç anlamadım şu yunanlıların kendi isimlerini kullanmamalarını” Dimitris bozuluyor ama ismine laf ettiğimden değil, şarabına laf ettiğimden. “Bu şarap bana Girit’i anlatmıyor ama! Daha çok bu şehir gibi, bu ülke gibi. İçerisinde güneşten eser yok, tattan eser yok. Beyaz şarap ile viski arasında sıkışmış gibi. Ne bileyim işte, Nerde o Fransa’nın olgunlaşmış üzümlerinden yapılan güneş kokan şaraplar. Nerde o İskoçya’nın viskisi. Bu tam ikisinin arası bir şey. Tıpkı coğrafyası gibi. Bana kızmıyorsun di mi Dimitris?” diyorum sonunu şirin yüz ifademle noktalayıp. “Coğrafyasında ne varmış?” diye atılıyor Maya. Ne denebilir ki Londra’da doğduğu için kendini İngiliz sanan Hint kökenli kıza. Bizim katın en yakışıklısı: “Daha ne olsun, güneş yok!” dedi ve destek ararcasına bana döndü. “Alex haklı. Güneş yok. Tat yok. Ayy yemeklerinin ne kadar kötü olduğuna geliyor konu yavaş yavaş. Gardını al Maya,” dedim gülerek. “Ama hint yemekleri çok güzel.” “Oh la la! İşine gelince İngiliz, işine gelmeyince Hintli oluyor bu kız” diye araya girdi bizim katta en sevdiğim arkadaşım Koku. Orta boylu, saçları rastalı ve enerji dolu bir zenci kızdı o. “Sen de pek farklı değilsin: Tanzanyalı Belçikalı.” Kiki bir yolunu bulup Koku’yu iğnelemeyi başarmıştı. “Arkadaşlar konu kimin nereli olduğu değil. İngiltere’den konuşuyorduk,” dedim. “Alex, gökyüzünün sürekli yağmurlu ve bulutlu olması, yemeklerinin kötü olması, giyim zevklerinin eksilerde dolaşması dışında başka ne eksik burada?” dedim. Amaç onları hararetli tartışmaya itmekti. “Ne tam ki!” dedi kısacık cevabıyla beni şaşırtarak. “Bence ruh yok, enerji yok, keskin ve yoğun duygular yok. Çünkü bunlar güneşin çocukları değil. Ara değerler ve grinin her tonu var. E bir de kraliyet ailesinin kuralları,” dedim, ciddi konuşma yapmış edasıyla. “Sevmiyorsan neden buradasın?” Dimitris, şarabına laf etmemin acısını çıkartıyordu. “Sevdiğim şeyler de var. O yemyeşil yaşam alanı parklar, kozmopolit yapı, yadırganma ve yargılanma tehlikesi olmadan hareket edebilme... gibi.” Kiki, muhabbetin sıkıcı olduğunu söyleyerek yatmaya gitti. Arkasından Maya “geyik” addettiği konuşmaya dayanamayarak gitti. Koku, üçüncü kadehin sonunda sızmıştı bile. İngiltere’yi masaya yatırmış bir Yunanlı, bir Türk ve bir Kıbrıslı... Bir fıkranın nükteli karakterleri gibi sırıtıyoruz.
Ki Ki Ki Ko Ko Ko Gulu Gulu Gulu Gulu Ku Vak Vak şarkısını anımsattı bu anı bana nedense :)
YanıtlaSil